Kış Anıtı

-Sezai Karakoç-

Ben çok yılan sarf ettim yaz anıtına
Bir çığ yuvarlayacağım kıştan yana
Sabahı yakalayan değil bir kızın ağzındaki
Bir kızılay bayrağı gibi şimdi
Gökten dimdik evrensel kefeni indireni
Deniz benim hemşerimdir
Ama yalnız yağmur basbayağı arkadaşlık yapabilir
Bana ve benden öteye
Tabiatı teneşire o yatırır o yıkar
Bir ölünün başında kırılan bit gibi
Göğe saçılan yağmur kepekleri
İlkin seni kendine hazır bir hale getirir
Sonra sana söyler söyleyeceğini
Sonra sana bir ırmak kıyısında
Uçmuş ölülerini bir bir gösterir
Sudan çıkarıp çıkarıp anıtlarını
Amyanttan tabletlerini

Ölmeyen ölülerin vardır onları da
Şu ellerinde kılıç sallayan babandır
Doğu çıbanları tarlalarının çiftçisi
İki cihan savaşının tek hamalı
Her ölümün yöresinde bir ışık gören
Şimşek aydınlığında saate bakan geceleri
Ömrü boyu yol yaptı kayalardan
Elmasla evlere uygun cam kesti
Yoksul evleri onunla pencerelendi
Her sokak onun eliyle çeşmelendi
Lâmbasız komadı odaları
Gömleksiz bırakmadı çocukları
Seraplara alıştırmadı kadınları
Yeniledi onları ama yeniliğe adamadı
Sonra anne kiraz hali kardeş teyze dayı
Amca hala gelip olurlar bir bir kışın halkası
İşte kış böyle iğnenin deliğinden geçer
Arasından yağmur çizgilerinin
Develerin tabanını dağlar
Sen geçmiş mutlulukların zehirli memesini emmeden
Daha buraklı köşklerin vakitsiz çayını içmeden
Daha o meşhur kirliliğinden
Tramvay kovalarından aktarılmış sularla arınmadan
Sallapati yürüyerek mezar taşlarını devirmeden
Sama karışıp incirleri incitmeden
Düşlerinde akrepleri öpmeden
Yağmur seni saydam bir kulağa çevirir
Ey göz beni gör ey kulak beni dinle
Şimşekle yazılmış kitapları oku
Ateşle biçilmiş ekinleri topla
Öğünme gölgesi toy bir tavşanı andıran ellerinle

Ben olmasam göğü bile ekşitirsin vehminle
Bıraksak el korsun yanardağlara bile
Akşamı bahşiş verirsin bir yemekte

Yağmurdan sonra karın saltanatı gelir
Kar köpüklü bir deniz gibi kendini yükseltir
Çamları sürüsünü bekleyen çobanlara çevirir
Dağlan gökten inmiş bir sütuna döndürür
Dokuz buyruk levhasına Musa’nın sağ eline
Eşyaya vurmuş bir miraç gecesine
İkiye bölünerek ceylan doğuran aya
Güvercin heyamolalarıyla ilerleyen Ayasofya’ya
Karın saldığı o beyaz kentin bulanıklığında
Az raslanır bir mutluluk sularında
Birden o yırtıcı sise düşersin piramidin tepesinden
At ki ayağı burkulmuştu yıldızların devrilmesinden
Güneş ki yalnız nedense ısrarla hep o ata vuruyordu
Adam ki elleri acı çeken atın sağrısında
‒ At ki o elin şifalı ışıklarıyla yaşıyordu ‒
Sana bir tabutun çivilerini çakar gibi
Kelimelerini zeytin taneleri gibi seçerek
Eski bir yazıt gibi birer birer söylemişti:

“Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır
Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır
O da yarım kalmıştır
Urfa ufala ufala
Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde
Belki bir toz bulutu
İstanbul’a küflenmiş
Bir Avrupa akşamı dadanmıştır
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş

Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır
yavaş çiseleyen yaz yağmuru Babil’dir
Lût şehri ansızın gelen gök sesidir
Bardaktan boşanan İskenderiye’dir
Isparta bir güz kırağısı Kudüs bitmeyen bir kış
Roma her şimşek çakışında bir kere daha yakılır
Atina’yı bir lodos çizer ufuklara
Sonra birden silinir ters dönmüş bir fırtınayla
Bir boğa rüzgârıyla sabahın lâmbası bir poyrazla
Nuh şehri boğulmuştur
O kurtaran geminin enkazı yoktur
Çünkü o gemi ölmemiştir
Bir şelâle üstündedir sağdır dipdiridir
Bir yay gibi yeni bir çağa gerilmiş
Bir tufan öncesinin telâşı içindedir
Üflenecek Sûr için kulağı kiriştedir
Her deprem ölü bir şehrin öfkesidir
Zavallı bir diriliş girişimidir
Eski olan kendini yapmak için
Yeninin düzgün taşlarını devirir
Böylece gündüz bir kere daha taşların altında kalır
Afrodit’in heykeli tam ortasından biçilir
Putlar öğlenin yüksek fırınında erir
Bir mangal dolusu kül haline gelir
Her deprem sanki muzip bir tarihçinin işidir”

At doğruldu başını daha dik tuttu
Adam doğruldu atın ipini tuttu
Gün doğruldu doğu kubbelerini tuttu
Ve humma yeli üfürdü atlı adamı güneşle birlikte
Senin önünde kaldı yalnız uçsuz bir yol ve bucaksız bir ülke
(1966)

Şiir Notları:
Şahdamar / Körfez / Sesler (Şiirler II): Sesler - Hemşeri: Aynı memleketten olan kişiler. Teneşir: Üzerinde ölü yıkanan kerevet, ölü salı. Amyant: Kolayca bükülen kurşini renkli, ateşe dayanıklı uzun ince liflerden oluşan bir ak asbest türü. Cihan: Dünya. Komak: Koymak. Serap: Göz yanılsaması, hayal, hülya… Sallapati yürümek: Gelişigüzel, rastgele yürümek. Sam: Sam yeli. Vehim: Gerçekte var olmayan, varmış zannedilen düşünce, zan. El korsun: El koyarsın. Heyamola: Sağrı: Hayvanların, bilhassa da atın beliyle kuyruğu arasındaki yuvarlak kısım. Güz: Sonbahar, hazan. Kırağı: Soğuk havalarda sabahları toprakta ve bitkilerde görülen donmuş çiy. Tufan: Çok şiddetli veya yoğun yağan yağmur. Sûr: Üfürülme vasıtası olan, içi boru gibi boş olan, ses çıkaran şey. İslam inancına göre Allah’ın emri doğrultusunda İsrafil (a.s.) vakti gelince üç kere sûra üfleyecek. Birinci üfleyişinde yerler gökler sarsılacak, ikincide insanlar ve tüm canlılar ölecek, üçüncüde ise insanlar hesaba çekilmek üzere diriltilecektir. Afrodit heykeli (Knidos Afroditi ya da Çıplak Aphrodit): Atinalı heykeltraş Praksiteles’in beyaz ve sert mermerden yaptığı dünyadaki ilk çıplak heykeldir. Humma: Hastalıkla gelen şiddetli ateş. Yel: Esinti, rüzgâr.


Destek ol 
Rastgele Getir